İddia ediyoruz bu söyleşi çok konuşulacak!

Deva Partisi Kurucular Kurulu Üyesi Prof. Dr. İbrahim Gezer'den gündeme ilişkin çok önemli tespit ve değerlendirmeler. Deva Partisi kendini nasıl tanımlıyor, HDP'lilerin fezlekeleri ne anlama geliyor, Ekonomi Reform Paketi, bekleneni verdi mi, Gazeteci ve siyasilere yönelik saldırılar neden önlenemiyor, Deva'nın örgütlenme süreci tamamlandı mı? Hepsi ve daha fazlası için Deva Partisi Kurucular Kurulu Üyesi, GMYK Üyesi ve Bölge Koordinatörü Prof. Dr. İbrahim Gezer ne dedi?

İddia ediyoruz bu söyleşi çok konuşulacak!
18 Mart 2021 - 00:04 - Güncelleme: 18 Mart 2021 - 07:36
Deva Partisi Kurucular Kurulu Üyesi Prof. Dr. İbrahim Gezer'den gündeme ilişkin çok önemli tespit ve değerlendirmeler. Deva Partisi kendini nasıl tanımlıyor, HDP'lilerin fezlekeleri ne anlama geliyor,  Ekonomi Reform Paketi, bekleneni verdi mi, Gazeteci ve siyasilere yönelik saldırılar neden önlenemiyor, Deva'nın örgütlenme süreci tamamlandı mı? Hepsi ve daha fazlası için Deva Partisi Kurucular Kurulu Üyesi, GMYK Üyesi ve Bölge Koordinatörü Prof. Dr. İbrahim Gezer ne dedi?

Öz Haber'de Hasan Eryılmaz'ın sorularını yanıtlayan Deva Partisi Kurucular Kurulu Üyesi Prof. Dr. İbrahim Gezer gündeme ilişkin çok önemli tespit ve değerlendirmelerde bulundu.
İşte o çarpıcı söyleşi;

Hasan Eryılmaz (H.E.) : Deva Partisi kendini nasıl tanımlıyor?

İbrahim Gezer (İ.G.) : Öncelikle düşüncelerimi kamuoyu ile paylaşma fırsatı verdiğiniz için sizlere teşekkür ederim. Kısa adı Deva olan Demokrasi ve Atılım Partisi, Türkiye'nin genel gidişatı ile ilgili kaygıları olan, Türkiye'nin bir süredir özellikle de 5-6 yıldır alabildiğine kötü yönetildiğini, dünyadan, hukuktan, özgürlüklerden ve demokrasiden koparıldığını ve bu durum karşısında bir şeyler yapılması gerektiğini düşünen bir grup arkadaşın (90 kurucu) yola çıkmasıyla kurulmuş bir partidir.

Deva Partisi, kendisini ağırlıklı olarak ana akım siyaset yapan ve tam merkezde konumlanan bir parti olarak tanımlıyor. Tam merkezde olmaktan tüm insanlarımızı kapsamayı ve ülkemizin tüm meselelerini evrensel bir bakış açısıyla müzakereye hazır olmayı kastediyorum. Yoksa tam merkezde olmamız, partimizin bir siyasal kimliği olmadığı anlamına gelmiyor. Elbette ki bir siyasal kimliğimiz var. Biz, dil, din, etnisite, cinsiyet vs. ayrımı gözetmeksizin herkes için tam demokrasi istiyoruz mesela. Sadece belirli kesimler için değil tüm kesimler için adalet, özgürlük, hukuk, barış ve kardeşlik istiyoruz mesela. Katılımcı ve çoğulculuğu savunan bir partiyiz mesela. Kuralları ve kurumları olan bir sosyal devletten yanayız mesela. Kayıtsız şartsız hukukun üstünlüğünü savunan bir partiyiz mesela. Ayrışmadan, ayrıştırmadan tüm insanlarımızla birlikte yürümek ve ülkemizi beraberce daha ileriye taşımak istiyoruz. Bu ilkelerle yola çıkmış bir siyasi parti Deva Partisi.

Merkezde olmanın şöyle bir avantajı da var; ülkeye ideolojik yapılanmalar bir katkı sağlamıyor. Gördüğümüz şu ki, ideolojik yapılanmaların uzun vadede hiçbir katkısı olmuyor. Belki toplumsal baskıyla en fazla bir dönem güzel işler yapıyorlar, ikinci dönemden itibaren sadece kendilerine ya da kendi kesimlerine çalışan partilere dönüşüyorlar. Bir parti çıkıyor, belli görüşteki insanlara sahip çıkıyor. Söz gelimi sadece belli görüşteki insanların aftan yararlanıp hapisten çıkmasının önünü açıyor. MHP'nin Mümtazer Türköne ve Alaattin Çakıcı'nın çıkışına aracılık etmesi  gibi ya da CHP'nin Enis Berberoğlu üzerinde adalet yürüyüşü başlatması gibi. Bizim yaklaşımımız ise adalet, özgürlük, hak, hukuk ve insan haklarının herkes için, sağ-sol, Alevi-Sünni ayırmaksızın herkes için olmasıdır. Bir af çıkacaksa mesela, bu aftan o şartları sağlayan bütün insanlarımız faydalanmalı. Bir sınav olacaksa, liyakat esas alınmalı, adaletsizliğe kapı aralayan mülakat gibi uygulamalar olmamalı. Bütün bunları ise ancak, bütün vatandaşları eşit gören ve hepsine eşit yakınlıkta duran, evrensel düşünen ve demokratik yaklaşımı esas alan bir parti başarabilir. Dolayısıyla ülkenin yeniden yapılandırmasını ancak ana akım siyaset yapan bir parti yapabilir diye düşünüyoruz.

Türkiye'nin her alanda yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Bu, bir yeniden inşa faaliyeti olacak aynı zamanda. Gelin bireyin mutluğunu, toplumun refahını ve topyekûn halkımızın yaşam standartlarını yükseltilmeyi hedefleyen bir yönetsel yapıyı birlikte kuralım. Gelin ideolojik, merkeziyetçi ve otoriter devlet ve yönetim anlayışı yerine adaletli, özgürlükçü, katılımcı ve çoğulcu bir devlet ve yönetim anlayışını beraberce ikame edelim. Biz bütün bu hedeflerin en optimal düzeyde ancak ana akım siyaset yapan bir parti tarafından başarılabileceğini düşünüyoruz ve bu yüzden partimizi merkezde konumlandırdık. Hangi siyasi düşünce, hangi yaşam tarzı ya da hangi dil, din ve etnisitede olursa olsun, bu hedeflere ulaşılmasına katkı yapmak isteyen tüm insanlarımız rahatlıkla gelip katılabilsin ve kendi olarak siyaset yapabilsin diye ana akım ve merkez siyaseti esas aldık. Düşünme biçimi açısından evrensel, örgütlenme biçimi açısından demokratik ve iş yapma biçimi açısında ortak akıl ve istişareden yana olan herkes partimizde yer alabilir ve en üst pozisyonlara kadar gelebilir. Bu anlamda partimiz tüm vatandaşlarımıza açıktır. Çünkü biz ülkenin bütün meselelerini bir masa etrafından oturarak konuşabileceğimize ve bütün insanlarımızla daha mutlu, daha huzurlu ve daha gelişmiş bir toplum olarak yol alabileceğimize inanıyoruz.

(H.E.): Deva Partisi bir heyecan yarattı mı geri dönüşler nasıl?

(İ.G.): Partiyi kurmadan önce genel merkez olarak çok sayıda kamuoyu araştırmaları yaptırmıştık. Türkiye'de yeni bir partiye ihtiyaç var mı, varsa bu nasıl bir parti olmalıdır şeklinde sorular sormuştuk. İnsanımız yüzde ellileri bulan bir oranda yeni bir partiye ihtiyaç olduğunu, bu partinin merkezde yapılanması gerektiğini, dini inancımızı siyasi bir araç olarak kullanmaması gerektiğini, herkese eşit yakınlıkta duran bir parti olmasını vs. talep etmişti. Biz de partimizi yapılandırırken bu talepleri dikkate alarak yol aldık.

Bununla birlikte, kurulduktan sonra ne kadar oy alıyoruz diye henüz herhangi bir çalışma yaptırmadık. Bunu da iki sebepten dolayı yaptırmadık. Bir teşkilatlanmamızı henüz tamamlamadık. Her ne kadar 81 ilin tamamına başkan atamış olsak da, 81 ilin 72’sinde yönetim kurulu oluşturulmuş olsa da, 973 ilçenin yaklaşık 600'üne ilçe başkanı atanmış olsa da ve bunların çoğu kongrelerini yapmış olsa da daha henüz teşkilatlanmamızı tamamlamış değiliz. Söz gelimi önde gelen büyük illerin neredeyse hiç birinde henüz kongre yapmadık. Fakat çalışmalarımız hızla devam ediyor. Birkaç ayda tüm teşkilatlanma bitmiş olacak inşallah. Dolayısıyla teşkilatlanmasını henüz tamamlamamış bir partinin anket yaptırması çok anlamlı olmayacaktır. İkinci sebep ise pandemi nedeniyle anket çalışmalarının çok sağlıklı yapılamayacağını düşünmemizdir. Ama şunu söyleyebilirim, gittiğimiz her yerde insanlarımızın partimize yönelik ciddi bir teveccühlerinin olduğunu gözlemliyoruz.

(H.E.): Cumhur İttifakı'nın siyasi partiler ve seçim yasasına ilişkin çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

(İ.G.): Öncelikle şunu söyleyeyim, bizdeki gerek siyasi partiler gerek seçim yasası olsun çok demokratik değil. Maalesef 40 yıl önce darbeciler tarafından hazırlatılmış bir anayasayı sağına soluna yama yaparak yol almaya çalışıyoruz. Hele de üç yıl önce kabul edilen Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi ile anayasayı iyice demokratik olmaktan çıkardık. Türkiye dikkat edin son üç yılda resmen felç oldu. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, enflasyon ve daha birçok sorunu sıralayın, bunların tamamı son iki yılda neredeyse iki kat arttı. Türkiye milli gelir olarak son 5-6 yılda 13 bin dolardan 8 bin dolara geriledi. Bu durum bizi, son beş yılda dünyanın en hızlı fakirleşen ülkesi yaptı. Kısmen özgür olan ülkeler arasından çıkıp özgür olmayan ülkeler kategorisine girdik. Bu bizi son 10 yıl, 5 yıl ve 3 yıl kategorilerinin tamamında özgürlüklerin en fazla geriye gittiği ülke yaptı. İşsizlik ikiye üçe katladı. Bu bizi ülke tarihinin en yüksek işsizlik rakamlarıyla tanıştırdı. İşsizlik her ne kadar TÜİK tarafından yüzde 13-15 olarak açıklanıyor olsa da bunun çok üzerinde olduğu biliniyor. Neredeyse üç gencimizden biri, hatta bazılarına göre iki gencimizden biri işsiz.

Gelelim seçim sistemiyle ilgili yapılmak istenen değişikliklere. Öncelikle size şunları söylemek isterim. Eğer bir iktidar, uzun yıllar iktidarda kalmış ve sonunda dönüp dolaşıp seçim sistemini değiştirmeye kalkışıyorsa o iktidarın gitme zamanı gelmiş demektir. İktidardan umut kesmiş olmanın göstergesidir. Artık onu iktidarda tutmanın normal bir yolunun kalmadığı anlamına gelir. Son çare olarak başvurulan bir can simididir adeta. Cumhur İttifakı'nın geldiği noktada budur. Cumhur ittifakı kan kaybetmeye, oyları erimeye devam ediyor. Ortakların hiç birinin, ne Sayın Cumhurbaşkanının, ne Sayın Bahçeli’nin, ne de Sayın Perinçek’in yaptıkları Cumhur ittifakının kan kaybedişini durduramamaktadır. Her geçen gün oyları eriyor. Toplam oyları yüzde 40'ların altında çıkıyor ve bu durum onları kara kara düşündürüyor. Oyları neden eriyor, çünkü artık Türkiye'ye umut ve gelecek adına verebilecekleri hiç bir şey kalmadı. Oylarını artırarak iktidarda kalma yolu kapanınca gözlerini seçim sistemine diktiler. Geçmişte de benzer şeyi yapanlar oldu ancak bu onlara bir fayda sağlamadı, hatta tamamen silinmelerine yol açtı. Burada belirtmek isterim ki, genel başkanımızın da dediği gibi, bundan sonra seçim sistemiyle ilgili yapılacak bütün girişimlerin amacı, DEVA Partisi ile ilgili olacaktır. Fakat bunların hiç biri işe yaramayacaktır. Eğer halkımızın iradesi oluşur, Allah’ın yardımı da ulaşırsa artık gerisi gelecektir. Dolayısıyla bu çabalar sonuçsuz kalacaktır. Korkunun ecele faydası yoktur.

Bizim güçlendirilmiş parlamenter sistem önerimiz var biliyorsunuz. Bunu bazıları şöyle anlıyor. Sanki Türkiye'de bir sistem varda, biz o sisteme bir alternatif öneriyoruz. Öyle değil. Türkiye'de sistem falan yok. Sistem dediğimiz şeyin, normalde bazı ilke ve değerleri koruma üzerine inşa edilmiş olması gerekir. Peki var olduğu iddia edilen sistem hangi ilke ve değerleri koruyor. Adalet, özgürlük, insan hakları, denge denetleme sistemleri, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, katılımcılık, liyakat vb. bunlardan hangisini koruma altına alıyor ya da almaya çalışıyor. El cevap, hiçbiri.

Türkiye'de kural da, kurum da kalmadı. TÜİK'in söylediği rakamlara kimse inanıyor mu Ya da Merkez Bankası'nın açıkladığı rakamlara. Türkiye'nin en önemli kurumu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bir karşılığı kaldı mı? Meclisin kapısına kilit vurup milletvekillerini tatile gönderseniz ülkede bir şey değişir mi? Bir bakıyorsunuz, Merkez Bankası'na başkan yardımcısı atanma şartı olan 10 yıllık tecrübe şartı kaldırılmış, yeni mezun biri atanmış, o şart geri getirilmiş. Birisini rektör atamak istiyorlar, rektörlerin üç yıl profesörlük yapmış olma şartı var, bir bakıyorsunuz o şart kaldırılmış, o şartı sağlamayan biri rektör yapılmış ve şart geri getirilmiş. Hakim ve savcıların yapılan sınavda en az 70 alma şartı var. Bir bakıyorsunuz o şart kaldırılmış, neredeyse hiçbir şart aranmadan partililerin referanslarıyla beş bin savcı ve hakim alınmış, sonra o şart geri getirilmiş. Tam da George Orwell’ın meşhur bir romanında geçtiği gibi; ‘Bazı insanlar eşittir, fakat bazıları daha eşittir.’  Böyle bir ülke olabilir mi? Çocuklarınıza böyle bir ülke bırakmak ister misiniz? Bu yüzden fırsatını bulan gençlerimiz ülkeden kaçıyorlar. Dünyanın en fazla beyin göçü veren ülkelerinden biriyiz. Bu insanlarımızı kaçırarak nasıl daha iyi bir gelecek kurabiliriz. Yazık değil mi bu ülkeye.

Bütün bunlar neyi gösteriyor. Bu ülkede liyakat sisteminin çöktüğünü gösteriyor. Bu, bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir. Nitekim atanan 200’e yakın rektörün neredeyse yarısının tek bir uluslararası düzeyde bilimsel makalesinin olmadığı, yine neredeyse yarısının uluslararası düzeyde tek bir atıf almadığı yazılıp çiziliyor.

Peki, bunun sonuçları ne olarak ortaya çıkıyor ve bu bedeli kimler ödüyor? Evet, açıkça belirtmek gerekir. Bunun sonu, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve hayat pahalılığı olarak ortaya çıkıyor ve bedelin en ağırını halkımızın en yoksul kesimleri ödüyor. Ülkemizde, insanlarımızın dörtte üçü yoksulluk sınırın altında, iki de biri ise açlık sınırının altında yaşıyor. 2002'lerin başında Türkiye'de asgari ücretle geçinen insan sayısı yüzde 10-15'lerde iken şimdilerde yüzde 50’lileri buldu. Ülkemiz asgari ücretliler cennetine dönüştü. Bir avuç mutlu ve zengin insan ve onların yanında bir ömür boyu asgari ücrete talim eden milyonlar… Rahmetli Özal'ın tanımladığı orta direk yok oldu maalesef. Oysa bir ülkeyi ayakta tutan orta sınıflardır. Malatya'ya örneğine bakın, çoğu yabancı bir kaç firma Malatya'nın her tarafına şubeler açmış şehrin bütün kaynaklarını topluyor ve şehrin dışına çıkarıyor. Küçük esnaf bitmiş, hepsi asgari ücretliye dönüşmüş durumda. Bütün bunların yeniden tartışılması gerekiyor.

(H.E.): HDP'lilerin fezlekeleri ile nereye varılmak isteniyor, zamanlama manidar mı?

(İ.G.): Evet zamanlama manidar. Hem de çok manidar. Bir soralım. Durup durup 7-8 yıl sonra gündeme getirilen bu olay gerçekten devam eden hukuki bir süreçle mi ilgili yoksa neye mal olursa olsun iktidarda kalmaya ant içmiş bir yapının ihtiyacı olarak mı gündeme geliyor? Üzülerek belirtmek gerekir ki, bu mesele hukuki gerekçelerle gündeme gelen bir mesele değil. Bu olay maalesef oy kaybını bir türlü durduramayan Cumhur İttifakının muhalefeti köşeye sıkıştırma ve mümkünse bir araya gelmelerini engelleme stratejisinin bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. Gözünü karartmış iktidarın böylesine tehlikeli bir oyuna kalkışmasına mı, yoksa hukukun iktidar eliyle bu kadar araçsallaştırılarak adeta bir sopa gibi kullanmasına mı üzülmeli bilemiyorum, ama sanırım ikisine de. Kısaca bu girişimin tek amacı, bazı muhalefet partilerini zora sokmaya çalışmaktır.

Yine sormak lazım HDP kapatılması gereken bir parti ise, neden 5 yıl önce kapatılmadı da şimdi kapatılmak isteniyor? Bana sorarsanız HDP'li yöneticiler 5 yıl önce daha pervasızca konuşuyorlardı. Dahası, son zamanlarda başta Selahattin Demirtaş olmak üzere bazı HDP’li yöneticiler bayağı uzlaşmacı mesajlar veriyor. S. Demirtaş yazılarında neredeyse Kürt kelimesini kullanmıyor, Türkiye diyor, demokrasi, birlik beraberlik diyor. Yine geçen gün, Selahattin Demirtaş terör örgütü PKK tarafından alçakça katledilen biri hemşerimiz 13 insanımızın katledilmesiyle ilgili olarak bu eylemi amasız, fakatsız şekilde kınıyorum diye mesaj yayınladı. Gönül ister ki HDP, terör örgütü PKK ile arasına çok daha net bir çizgi koysun. Hatta uçurum koysun. Bunu herkes çok ister, ülkemizin buna çok ihtiyacı var. HDP’nin bu ülkeye yapabileceği en büyük iyilik bu olacaktır. Bu, aynı zamanda Kürt Sorununun çözümünü de kolaylaştıracaktır. Ama bunu yapmıyorlar ya da yapamıyorlar, onu bilemem. Bu yönüyle de elbette ki kınanmayı hak ediyorlar.

Tekrar başa dönersek, madem HDP yöneticileri 5 yıl önce daha pervasızca konuşurdu o halde bu kapatma ve fezleke meselesi neden o gün değil de bugün gündeme geldi. Lütfen bunu herkes kendine sorsun. Çünkü süreç hukukla değil siyasetle ilgili. Maalesef böyle ve çok üzücü. Kaldı ki fezlekelere esas olan Kobani olaylarından sonra bunlar defalarca görüştüler, masalar kurdular vs. Şimdi bunlar hiç olmamış gibi o olaylara yaslanarak fezleke hazırlatıyorlar. Olay tamamen siyasi ve muhalefeti zor durumda bırakmaya yöneliktir.

Biz parti olarak parti kapatmaların bir çözüm olmadığını düşünüyoruz. HDP'nin hatalarına rağmen bir şekilde mecliste olmasının bu ülkenin lehine olduğuna inanıyoruz. HDP'yi meclisten atmak demek PKK'nın önünü açmak demektir. Kabul edelim ya da etmeyelim Kürt Sorunu adında bir sorunumuz var ve bunu çözmek zorundayız. Ülkenin ortasından o taraf geçmemiş insanların, çocuklarına yatlarda katlarda askerlik yaptıran insanların, yüreklerine kor düşen ana babaların hissiyatını zerre miktarı hissetmeyen insanların, kısacası tuzu kuru insanların hamaset nutuklarından bıktı bu millet artık. Kırk yıldır bu ülkede kan akıyor. Dünyada başka örneği kalmadı. Bunu çözemeyen siyaset yerin dibine batsın, bunu çözemeyen siyasetçi kendine siyasetçi demesin.

Biz Deva Partisi olarak, eşit vatandaşlık ilkesine uyulur, demokratik bir yönetim esas alınır ve temel insan haklarına riayet edilirse sorunun kendiliğinden çözüleceğine inanıyoruz. Bununla birlikte bu konuların mecliste tüm partilerle de müzakere ile yürütülmesi gerekecektir. Peki, HDP’yi meclisten atınca bu konuları kiminle konuşacaksınız. Sonuçta bu sorunların birileriyle konuşulması lazım, milyonlarca insanla tek tek konuşamayacağınıza göre o zaman temsilcilerle konuşacaksınız. Mesela kendileri bunu PKK ile konuştular. PKK ile masaya oturdular, PKK ile barış yapmaya çalıştılar. Osla'ya, İmralı'ya, Kandil'e heyetler gönderdiler. PKK'nın başı Apo'nun kardeşini televizyonlara çıkardılar. Bir akademisyene özel izin verip İmralı'dan mektuplar getirip devletin televizyonunda okuttular. Kendileri, bütün dünyanın terör örgütü olarak gördüğü bir örgütle konuşurken, masaya otururken bir şey yok, ama Türkiye'nin kanunlarına göre kurulmuş ve Kürt insanlarımızın ciddi bir kısmının oyunu alarak (6 milyon) meclise gelmiş bir partiyle görüşenleri ise neredeyse terörist ilan ediyorlar. Böyle bir ikiyüzlülük, böyle bir çifte standart, böyle bir şark kurnazlığı tarihte bile çok az görülmüştür herhalde. İnsan biraz Allah’tan korkar, Allah’tan korkmuyorsa kuldan utanır. Ama bunlarda hiç biri yok maalesef. Böyle bir şey olabilir mi?

Ama belirtmek isterim ki Türkiye'nin Kürt Melesi ve diğer birçok meselesinden önce bir demokrasi meselesi var. Önce hepimiz bu ülkenin demokratikleşmesini sağlamamız gerekiyor. Bu sağlandığında yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar, işsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı ve 10 yılda bir bu ülkenin başına bela olan darbeler de dâhil birçok sorun kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Demokratik olup da gelişmeyen tek bir ülkenin olmadığı ya da demokratik ülkelerde son 50-100 yıldır herhangi bir darbe yaşanmadığı hatırlandığında demeye çalıştığım şey daha iyi anlaşılacaktır. 

Bir iktidarın en önemli hedefinin, Ak Partinin ilk yıllarında yaptığı gibi, ülkenin demokratikleştirilmesi olması gerekir. Oysa maalesef Perinçek rehberliğindeki Cumhur ittifakının temel amacı, hatta varlık nedeni, ne yapıp edip ülkenin demokratikleşmesini engellemeye dönüşmüştür. 

Manipülasyonlarla, dış mihrak kandırmacalarıyla, uçuyoruz-kaçıyoruz masallarıyla insanlarımız kandırılmaya çalışılıyor. Ama artık kimsenin kandığı da yok, insanlarımız artık bu olanların asıl hedefinin ne olduğunu gayet iyi görüyor.

(H.E.): Son dönemlerde gazeteci ve siyasilere yönelik artan saldırılar neden önlenemiyor?

(İ.G.): Maalesef bu da Cumhur İttifakının ne pahasına olursa olsun iktidarı kimseye bırakmayız şeklindeki gafletçe arayışının bir sonucudur. Çünkü kendilerini bu halkın efendisi olarak görüyorlar. Efendi dururken siz sıradan insanlar mı bu ülkeyi yönetecek demeye getiriyorlar. Umarım bir şekilde sağduyuyu keşfederler, ihtiraslarını sınırlamayı başarırlar ve bu güzelim ülkeyi, geçmişte kalan ve bugün hatırlamak istemediğimiz bazı örnekleri yaşamak zorunda bırakmazlar. O durumda başta kendileri olmak üzere hepimiz kaybederiz.  

Halk arasında şöyle bir söz vardır; biz bu filmi daha önce görmüştük. Maalesef Türkiye bir türlü bu çemberi kıramıyor. Yani demokratikleşmesini tamamlayamıyor. Dikkat edin demokratik ülkelerde bu sorunların hiç biri olmaz. O olayların bir tanesi bile anında toplumun teyakkuza geçmesini sağlar, hukuk gerekli süreci işletir ve cezasını da verir. İkinciye de kimse kolay kolay ona bir daha cüret edemez. Ama maalesef Türkiye'de iktidarın bu kadar pervasızca gitmesi denge denetleme sistemin ortadan kalkmasından kaynaklanıyor. Siyasal şiddet giderek artıyor. Resmen mafya sokağa salındı. Devlet dediğimiz şey bir milletin organize olmuş halidir. Ama devleti hukukla sınırlandırmanız gerekir, bir düşünürün dediği gibi 'bir devleti büyük bir çeteden ayıran şey hukuktur'. Yani hukuku devletten çıkarırsanız geriye çete kalır. Yani bir devleti büyük bir çeteden ayıran şey hukuktur. Biz hukuku gözümüz gibi korumamız gerekir. Ama bu hukukun üstünlüğü herkes için olması lazım. Maalesef Türkiye'de denge denetleme sistemleri ortadan kaldırıldı. Sistem yok. Bir kişinin günü birlik ayaküstü aldığı kararlarla yol almaya çalışan bir ülke var.

Son olarak şöyle bir örnek vermek isterim; Fransız düşünür Montesquieu 300 yıl önce şöyle bir soru sorar; 'devletleri, toplumları, medeniyetleri yıkılışa götüren şey nedir'. Ve araştırmaya başlar. Geldiği nokta şudur: 'Toplumları çöküşe götüren şey, yöneticilerin bir süre sonra despotizme (otoriterliğe) yönelmeleridir". Bu sefer de ‘Peki bu çöküşü önlemenin bir yolu var mıdır? diye sorar. Cevap şudur; 'Bu çöküş ancak, kuvvetler ayrılığı yani yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrı ve birbirini denetleyecek şekilde konumlandırılmasıyla önlenebilir'.

Yasama, yürütme ve yargının ayrı ayrı üçünün de güçlü olması ve de birbirini denetlemesi lazım. Bakın Trump bir şeyler denemeye kalktı, fakat yargı heme devreye girdi ve ‘dur’ dedi, ‘burası senin babanın çiftliği değil’ dedi. ‘Geldin, 4 yıl yönettin, şimdi kaybettin artık gitme zamanı’ dedi. Maalesef, bizim doğu toplumlarının çoğunda durum biraz farklı işliyor. İktidarlar bir süreliğine iktidara gelip, bu süre zarfınca ülkeyi yönetip tekrar gitmeye değil, iktidara gelip bir fırsatını bulup, ülkeyi ele geçirmeye ve mümkünse bir daha gitmemeye geliyorlar. Karşılarına siyasal bilince sahip bir toplum ya da meşruiyetini milletten alan güçlü bir yargı çıkmadığı durumlarda da sonuç alıyorlar maalesef. Bundan kurtulmamız lazım. Bu millet, bir takım insanların ihtiraslarından daha büyüktür. Bunları aşacağız inşallah. Kısacası korkunun ecele faydası yoktur ve bu siyasal şiddet çabaları da boş çabalardır.

Biraz uzadı ama bu kısmı çok önemsediğim bir anekdot ile bitirelim ‘II. Dünya savaşı bittiğinde Almanlar, bir taraftan açlıktan ölmemek için yıkılmış ülkelerinin molozları arasında ölmüş at eti ararken, bir taraftan 10.000.000 aşkın ölülerine mezar kazarken, bir taraftan da yeni bir sistem üzerine düşünmeye başlarlar. Daha sonra Alman Başbakanı olacak olan Conrad Adenaur, bu manzara karşısında kendi kendine şöyle mırıldanır: Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız.’

(H.E.): Ekonomi Reform Paketi, bekleneni verdi mi?

(İ.G.):  Pandeminin ciddi etkisi oldu ama Türkiye zaten krizde idi. 2019 büyümesi %1 idi. Oysa Türkiye’nin şartları gereği, %5’in altındaki bir büyüme anlamlı bir büyüme olmayacaktır. Zira Türkiye’nin potansiyel büyüme oranı %5 ve üzeridir. Sayın Cumhurbaşkanının açıkladığı paketin işe yarayıp yaramadığını görmek için bunun sebeplerine bakmak lazım. Türkiye niye krize girdi. İki sebebi var. Bunlardan bir tanesi Türkiye'nin büyüme modelinin yanlışlığıydı.  Türkiye maalesef katma değeri yüksek ürünlere geçmesi gereken bir dönemde ki bunu 2007-2008'lerde yapması gerekiyordu yapamadı ve inşaat ve turizm gibi sektörlerle yol almayı seçti. Yurt dışından alınan döviz borçları, inşaat sektörüne gitti. Şimdi siz dışarıdan döviz borcu alıyorsunuz inşaat sektörüne yatırıyorsunuz. Borçların ödenme zamanı geldiğinde o borcu ödeyebilmeniz için döviz getiren yani ihracata dayanan bir üretiminizin olması gerekir. O gelen paralarla biz ihracat ürünleri üretebilseydik, onları satar borçları öderdik. Ama o paraları alıp emlak, inşaat, turizm sektörlerine yatırımlar yaptık bunlarda çok döviz getiren yatırımlar değil. Bunun üzerine borcu borçla ödeme sarmalına girdik. Bu dönemde Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanması yapıldı, hem de çoğu oldukça pahalı borçlanmalar. Gün geldi cari açık ciddi düzeyde büyüdü. Bu durum kur üzerinde baskı oluşturdu. Kuru tutmak için Merkez Bankasında rezerv para da dahil ne var ne yok piyasaya sürdük. Ama bu da yetmedi en son çözüm olarak faizi bir ay içinde %8’den %17 çıkardık.

Türkiye bir inat uğruna tarihin en pahalı deneyini yaptı. Neydi bu deney? Acaba faiz enflasyonun sonucu mu yoksa sebebi mi? Sayın Cumhurbaşkanı ısrarla faizi enflasyonun sonucu değil de sebebi olarak gördü ve faizi düşürürsek enflasyon düşer diye ilginç bir yaklaşım geliştirdi. Oysa iktisat birinci sınıfa giden bir öğrenci bile bilir ki; aslında faiz sebep değil sonuçtur. Ama iktidar faizi sonuç değil sebep olarak gördü ve enflasyonu düşürmek adına faizi düşük tuttu. Daha ilginç olan ise bu teori devletin yazılı resmi kayıtlarına da işlendi. Mesela ülkemizin 11. Kalkınma planında da savunuldu. Bu durum ülkenin belki de 20 -30 yılda oluşturduğu 128 milyar dolar dövizin bir buçuk yılda piyasaya sürülmesiyle sonuçlandı. Üstelik ilk kez bu iş gizli yapıldı, bu dövizi kim aldı, ne kadar aldı, kal liraya aldı bilinmiyor.  Sonuçta rezerv paralar da dahil Merkez Bankası boşaldı. Şu anda Merkez Bankası eksi 45- 50'lerde. Dolayısıyla Türkiye, dünya tarihinin en pahalı deneyini yapmış oldu. O paramız duruyor olsaydı pandeminin etkisi çok daha az olacaktı. Bakın bütün dünya kesenin ağzını açtı insanlarına, esnafına ciddi kaynaklar ayırdı. Biz bunu yapamadık. Dolayısıyla bizim büyüme modelimiz yanlıştı. Üstelik hala aynı modelde ısrar ediyorlar. Kanal İstanbul bu ısrarın bir sonucu.

Ekonomik krizin ikinci ve daha önemli diğer nedeni ise ülkemizin demokrasiden, hukuktan, denge denetleme sistemlerinden ve insan haklarından kopmasıdır. Düşüne biliyor musunuz, sürüsünü otlatan iki kişi terörist iddiasıyla alınıyor, helikopterde işkence edildikten sonra atılıyor, birisi ölüyor diğeri yaralanıyor. Bu olay duyulduğunda basın bunu haber yapıyor haberi yapan gazeteciler tutuklanıyor, bu işe bulaşanlar serbest bırakılıyor. Böyle bir ülke olabilir mi, bu ülke hukuktan, insan haklarından, demokrasiden koptu. Dolayısıyla hukukun üstünlüğünün olmadığı bir ülkeye kimse gelip yatırım yapmaz. Yatırım olmayınca işsizlik büyür, yoksulluk çığ gibi artar, nitekim artıyor. Peki, yatırımın olmamasının sebebi nedir? Güven yok, hukuk yok. Anayasa Mahkemesini takmayan bir iktidar düşünün. Siz anayasa mahkemesini bile dikkate almıyorsanız çok daha tehlikeli bir iş yaptığınızda sizi kim durduracak? Bence herkes bu soruyu kendine sormalı. Ülke tarihinde ilk kez bankalardaki döviz mevduatı TL mevduatını geçti. Döviz mevduatı oranı %60’a yaklaştı. Şu anda bankalarda kendi insanımızın yaklaşık 250 milyar $ dövizi var. Normalde bu miktar 70-80 milyar $ olurdu. Ama şimdi üç katı. Neden? Çünkü kimse mevcut iktidara güvenmiyor. Sırf bu yüzden en son Sn. Babacan tarafından 2012’de son verilen döviz ve altınla borçlanmaya başladılar tekrar. Kendi insanımız bile güvenmezken yabancı güvenir mi? Bu yüzden dünyanın en yüksek faiz veren birkaç ülkesinden biri olmamıza rağmen yatırımcı gelmiyor. 

Dolayısıyla bir büyüme modelinin yanlış olması, bir de ülkenin hukuk, demokrasi ve özgürlüklerden kopmuş olması sonucu ülkemiz hem yönetim ve hem de ekonomik krize girdi. Ülkemiz tekrar hukuk ve demokrasiye dönmedikçe her iki krizden de çıkma ihtimali yok, diğer taraftan bu hükümetin de hukuk ve demokrasiye dönme ihtimali yok. Bu iki kere iki dört kadar açıktır. Bu hükümet bir iki değil isterse 100 tane paket açıklasın bir iki pansuman etki dışında bir şey değişmeyecektir. Geriye tek bir çözüm kalıyor, iktidarın gitmesi ve işi ehline bırakması. Vesselam…

YORUMLAR

  • 1 Yorum
  • Usame Yılmaz
    3 yıl önce
    İbrahim Gezer hocamız Malatya’mız için büyük bir fırsat. Böyle engin bilgilere sahip oluşu ve günümüz Türkiye’sinde yaşanılan sıkıntıları böyle açık ve anlaşılır bir şekilde sebepleriyle birlikte açıklaması olayların gidişatının bu denli içler acısı olduğunu bir türlü fark edemeyen vatandaşlarımıza ışık olacaktır. Malatya olarak DEVA Partisi kadrolarının ve İbrahim Hocamızın yanında olduğumuzu her ortamda dile getirmeli ve desteklemeliyiz. DEVA Malatya için ve Türkiye için umut olacak...